20 Temmuz 2010 Salı

Organik karpuz üzerine



dondurucu kısmı buz yapmayan daha düşük sıcaklıklarda çalışabilen "no-frost" buzdolaplarının ilk çıktığı zamanı hatırlarım, kimsede yokken annem br adet edinmişti bunlardan sessiz çalışıyor, soğutmayı kestiğinde titreyerek kendini salmıyordu. mutfakta gayet asil duruyor hatta mevcut mutfak onu tartamıyordu, bundan sebep mutfak değişiyor zamanla diğer beyaz eşyalar ona ayak uyduruyordu. aile olarak çıldırmanın eşiğine geliyorduk, utanmaz haller içerisinde evi yıkıp tekrardan dolabın üstüne inşa etmeyi dahi düşünüyorduk, öylesine gözümüz dönüyordu.

Milenyumun bu ilk ışıltıları mutfağımızdan, evimizden öte ailenin tüm bireylerine birer teknoloji neferiymişcesine bir misyon yüklüyordu. kış aylarında erik kompostosu içip bütün halde dondurulmuş domatesin çözülmesini hayranlıkla izliyor, yazın ise kavurucu sıcağın altında komşulara caka satarak kestane kebabımızı keyifle mideye indiriyorduk. üstelik tüm bunları yaparken tükettiklerimizin besin değerini kaybetmemesinden haklıca bir zevk alıyor no-frost teknolojinin ne denli muhteşem bir şey olduğundan sesli sesli bahsediyorduk.

Onlar buz gibi karpuz yerken ben kestane kabuklarını aşağıdaki cocukların kafasına atıyor, "oha kestaneyi nerden buldun olm" sorusuna "vay ayıya bak" ifadesini suratıma takınarak cevap veriyordum.

Karpuz bize çok demode geliyordu, zira dolabımızın sik kadar olan dondurucu kısmı portakallar, mandalinalar, elmalar ve bilinen tüm kış meyve sebzeleriyle dolmuş vaziyette, besin değerlerinden zerre kaybetmeksizin tüketilmeyi bekliyordu. ayrıca karpuzda vitamin namına ne vardı ki benim c vitamini manyağı olmam bi kompostoya bakardı şunun şurasında...

Peki yazın ortasında kestanenin, portakalın dibine vuran şanslı insanlar sadece bizler miydik? kesinlikle hayır... dolap bizi fazlasıyla değiştirmişti, mutluluğun, yani insanlığın yararını gözeten akıllı teknolojinin, paylaştıkça çoğaldığına inanıyorduk gelen misafirlere no-frostumuzdan besin değeri yuksek gıdaları ikram etmek bir yana komşuların yazdan kış için hazırladığı sebze-meyve vb. şeyleri de kendi dolabımızda onlar için saklıyorduk. her ne kadar dile getirmesek de bundan pek hoşnut değildik ama komşunun atsan atılmaz satsan satılmaz bi varlık olduğunu biliyorduk, susuyorduk.

Yarrak gibi olmuştuk resmen, günümüzde kekolugun alası sayılacak eylemler o günlerde bize lord gibi hissettiriyordu, vitamin deposu portakaldan oldukça memnunduk ama bir yandan da karpuzu özlüyorduk, babam rakının yanında kavun yemeyi özlemişti biliyorduk.

Çok geçmedi, teknolojinin büyük bir hızla kendini geliştirmesi imdadımıza yetişti. no frost teknolojisi gayet ayağa düştü. bir süre sonra no frosta koyulan sebze meyvenin besin değerini yitirdiğine inanmaya başladık, ailecek oturup fikir teatisinde bulunduğumuzda o kadar düşük sıcaklıkların vitaminin amına koyacagına inandık, birbirimizi buna inandırdık.

Ne varsa çıkarıp attık no frosttan, sadece buz ve dondurma saklıyorduk içinde. annem doğal beslenmenin önemini belirten bir konuşma yaptı, tüm fertler kendisine tam destek verdi. zaten araya çok zaman girmeden organik beslenme siki çıktı, en az no-frost teknolojisi kadar cezbedici bir mefhumdu bizim için... birbirimizi bu sefer ölümüne inandırdık bu sefer vazgeçmemek üzere yeminler ettik, ağladık...

Ve bu gece babam misyona uygun olarak organik karpuzla çıkageldi, çok sevindik hormon falan yoktu içinde, kimyasallarla tadı bozulmamıştı. annem hemen kesip no frostta şokladı karpuzladı. (bu yeni nofrostta şoklama özelliği varmış) 10 dk sonra buz gibi karpuzlar geldi önümüze.. yemeye başladık, bildiğin kelekti, tatsız tutsuz saman gibiydi.

Ama organikti, sesimizi çıkarmadık usulca yedik karpuzları, ihtiva ettiği vitaminin kalitesinden söz ettik, mutluyduk bu gece kaç kişi organik karpuz yiyebiliyordu ki?

14 Haziran 2010 Pazartesi

25 Mayıs 2010 Salı

Bayan Doktordan Temiz Facialar!

semirmiş bir klinik şefi ile çalışmışlığım oldu bir ara.
sırf kaprisinden dolayı bu mertebe ye eriştiğine eminim.her sabah kuaförünün beynini sike sike çektirdiği düz fonü, iki dönümlük arazi bedeli ile ihaleye çıkarılacak boyutta kalçaları da bu seçime etkendir mutlaka. .büyüyünce ne olucan sen ? diye sorsan doktor yanıtını vereceğine adım gibi emindim. çünkü o dönem doktor olduğuna inanmıyordum. bu böyle sıkıştırmış koltuk altına tuğla büyüklüğünde kitapları tıp fakultesinin yollarını aşındırmış ve fakultenin daş gibi kızı'nın kankakası olacak kadar çirkinlik yaratmış biridir, eminim ..net!
hastaya biyoloji dersindeki kurbağa gibi tiksinçsin sen!! der gibi bakan, hastasını konsülte için göstermediği branş kalmayıp hala teşhis koyamayan en sonunda hastayı şifa ile taburcu ediyorum diye ordere not düşen sonrada ''tıp bile çare bulamadı'' gerekçesiyle durumu toparlayan biri..büyüyünce çok acayip orosbu doktor olur senden dediğim ve zengin bir kocanın kendisini paklayacağı kanısını yıllarca bende mevcut kılan biri..düşün hala biri..
cebimde visa ,altımda araba tribiyle dolaşan ama arabayı hala geri vitese takarken anasından emdiği süt burnundan gelen , çakma lacost parfüm kullanan görsel yetenekten başkası değildi ama bana göre götünden haberi yoktu ya da ömrü boyunca bir boy aynasına denk gelmemişti...

efenime söyliyim; gene bu böyle havası yerinde balon göt çapıyla serviste, sen şunu yap, sen oraya git, sen idrar ver, sen tomaya git diye hastalarını servisten uzaklaştıyor ne kadar geç teşhis o kadar iyi.akşama kadar hastayı oyala gece istahareye yat kimin ne şikyeti var rüyanda gör yarın gel servise buldum sende anal fisssür var de.
tabi bende gene o zamanlarda aynı inançla hayatıma devam ediyorum, ''ayarsız şaka şaka değildir''...valla dedim doctor senden iyi rejisör olurdu..bu attı saçını geri aaaa neden arz dedi.. dedim komuttan başka bir hikaye yok. her sabah aynı iş, sen tomaya, sen idrara, sen dahiliye'ye diye rollerini maşallah kavgasız gürültüsüz dağıtıyorsunuz..bu mal kendine layık gördüğüm bu aşağılamayı artis havasından dolayı methiye sandı..aramız pek iyi sayılmazdı çünkü ben sürekli ayakta koyduk espirilerini yapar tüm intörnlerin gözünde layd'i havasına girerdim. sonda takamayan doktoru fakulteden mezun eden hocalarına küfrederdim. netekim; hayatımın 16 ay'ı bu hatunun klinik saflığı(şefliği) hadisesi ile geçti. tek amacı vardı koridorda hasta bırakmayana kadar hepsini çil yavrusu gibi dağıtmak..en sonunda bir hasta tüm kliniğin intikamını aldı..''senden doktor değil anca ağdacı olurmuş'' dedi. klinik koptu bu idealist gözüken ve bir yarrak tutamayan hatun şeflikten alındı. yani kısacası bize verdiği tatlı ziyafetleri, kahvaltıdaki çıtır simitleri amacına ulaşmasına zerre fayda etmedi.

şimdilerde iki çocuk annesi, bayan doktordan satılık arabalar satan bir oto galeride şef olmasını umuyorum.

minnet borcu: tıp fakultesini zekayla bağdaştıran tüm malaklara , zekanın zor zamanlarda göt'ü kurtarmak olduğunu bilmeyenlere ithafen yazılmıştır.

zamansız esen rüzgarın anasına ileti....

hayat hep budur zaten.

sabah kahvaltısına bal'la başlar , öğlen yemeğinde turşu yer, akşam yemeğini acıyla tamamlarsın..

minnet borcu:ekürime..

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Zamansız Esen Rüzgarın...



Neyi ne zaman isteyeceğini bilmiyor insan? İçinden her zaman sadece çantasını sırtına takıp kimseyi düşünmeden, kimse için üzülmeden sadece kendisi için arkasına bakmadan uzaklaşmak, sadece gitmek istiyor. Ama çoğu zaman kendine takılmış vaziyette buluyor hayatını ve bir şekilde bunları görmezden gelebilmek için memnunluklar yaratıyor, çoğu zaman dalga geçiyor, sikine takmıyor hani. İçinden geldiği gibi yaşıyor sözde kasmıyor. Mesela kendine bile sataşıyor;

Şu sadece kelimesinin ne ekmeğini yiyoruz amına koyim... Sadece hayat, sadece gitmek, sadece sen, sadece ben.. Ne coşkulu, ne derin bir hüzün katıyor önüne geldiği kelimeye resmen sırtına piç melodiler yüklenmiş bitkin sonbahar rüzgarı estiriyor, resmen sinsi gibi insanı yaralıyor. Verdikçe veriyor romantiği, beline beline vuruyor pastel tonların...

Hayata minik kanallar açıyor insan, çok minik kanallar. dışarı hiçbir şey sızdırmayan minik ufak kanallar. gizlemek istediğimizden mütevellit minicik oluyor bunlar çünkü bu hayat bizim, üzerine basmakta, havasını solumakta olduğumuz, aslında ortalık yerlerine sıçtığımız dünya bizim, tek başına kozmoz bizim aslında. ne varsa bizim. tanrı mesela, o sadece bizim hatta benim. Aynı dinden bile olsak seninkiyle ilgilenmiyorum, o tek başına bana tanrılık ediyor... Ölüm keza o da benim, annemin herekesinden sana sarılarak çıkmadım ki ortaklığımız olsun.. Çoğu şeyi aslında ben paylaşırım seninle veya sen benimle çünkü yalnızızdır çünkü birbirimizi dövüyoruzdur. Bundan ileri gelerek severiz, yalnızlıktan daha içeri görürüz bazı insanları onlar hiç bırakmayacak olanlardır, hep yanımızda olacak olanlardır ve bu tutku sevgi halyle çıkar karşımıza, bir yerden sonra yine bizi bize bırakarak tek başına gideceğini, yalnız devam edeceğini hep inkar etmek isteriz bir evlat bir anne bir baba olsak bile. Bu yüzden birbirimizi dövmekten hiç sıkılmayız, tutkumuz aynıdır ama hedeflerimiz değişir. Başka birine aşık oluruz, başka bir şeyler buluruz. Tek başınalık içerisinde hayatın ne kadar bok gibi olduğuna takılmamak için mevcut durumu güzelleştirmeye çalışır ve kimi zaman düzeni bozmayacak kadar sığ şekilde kimi zaman olabildiğince radikal eylemler içerisinde buluruz kendimizi.

Çılgınlık yapmayı okulda öğretmezler, yapmamayı öğretirler ve sancılı bir şekilde gerçekleştirirler bunu, elinizin içinde morluklar oluşur veya yanaklarınız kızarır. Sizi dinleseler de anlamayı beklemezler, dişlerini kırıp anlamaya çalışsalar da uçmanıza izin vermezler, sadece ötmenize izin verirler. Onlar bunun için yaratılmasa da bunun için eğitilmişlerdir, onlar babadan bunu görmüşlerdir ve nesile bunu aktarmaktadırlar. İşleyiş bu haliyle gayet insani ve normaldir, kimse olmadığı gibi biriymişcesine ceza veremez veya sevemez. Sadece ufak kanallar açar hayatına, içinde bulunduğu sistemi mekanizma, durum her neyse ondan kurtulmak ister ve minik, derin kanallar açarlar oralarda yalnızın ötelemek için bok gibi olan hayatlarına anlam kazandırmaya çalışırlar. Atılan her tokatta, indirilen her cetvel darbesinde bu vardır aslında. Tek başınalığına sarılmayan insanı gerçekle alakası olmayan hisler bulur, o hisler hiçbir zaman gerçekten yaşadığını hissettirmez insana. Onu mekanikleştirir, içinden çıkamayacağı kadar çok sıradanlaşırır.

Gerçek hayatın veya yaşama sanatının inceliği yalnızlığı kabul etmekten geçmez, bir şeyleri anlamak hiçbir zaman yeterli olmamıştır bunun için. İnsan her haliyle düzensiz, sağlıksız, yersiz, mantıkdışı bir varlıktır ve her zaman irrasyonel hareket eder. Everest dağı büyüklüğündeki arzularını gerçekleştirmeleri onları gerçekten mutlu yapmaz, mutluluk tamamen oluşla alakadardır ve gerçek olan tek şey oluşun kendisidir.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Platoynağım Acıdı Anne!!!


bugün burada platonik aşk ve facilarından dem vurucaz.seviyor sevmiyor denyoluklarından ötürü yerde gökte papatya komuyan tüm platonik aşıklara serzenişimdir bu. son yaprak sevmiyor çıktığında , mına koyim bu da mı gol değil, şeklinde o papatyayı sapına kadar götünüze sokmak istediğiniz müşkül anlarınız olmuştur mutlaka..ama nereye kadar bu serzeniş, mide ağrısı, ense ağrısı.abi buraya kadar deyin, arkanızı dönüp çekin gidin.

buradan hayatımın en kallavi itirafını yapıyorum.
ben hiç platonik olmadım(yıllarca kendimi bu şekilde avuttum)..çok istedim ama olamadım. ortaokulda imkansızı deneme başarımı saymazsak tabi.
.türkçe öğretmenim kemal bey, tellerine vurduğu bağlaması, kalın dudakları ve enfes diksiyonu neticesinde türkçe derslerine verdiğim ehemiyetten dolayı rus edebiyatını tarumar edecek hale gelmiştim.türk halk müziğine verdiği gönülden dolayı bende arzusunu kensiyle paylaşıp aşık veyselin tüm eselerini icra etmeye gönül verdim. iş çıkışı babasının dükkanı olan gübre satışının bayiliğini devam ettimesinden kelli ben tüm gübre kokularını analiz eder hale geldim..’’ayyy ne güzel kokuyor’’ dediğim bile olmuştur. tüm gübre kokularına aşina burun deliklerime minnettarım.oysa şimdilerde alanı dışında ek işlerle meşgul olan tüm tiplerden nefret ediyorum.milli eğitim bakanlığı türkçe müfredatını 4500 kere yalayan öğrenci olmuştum o yüzden kapağı attığım yer düşük ölçekli bir kolej olmuştu. matematiğe isyanım kemalle başladı, hala isyan ediyorum o ayrı kafadan 4+4 ü toplayamayışımı kendisine borçluyum. karısının saçları kızıl diye hac kınasını saçıma boca edip ertesi gün havuç renginde bir kafayla okula gittiğimi ve neticede kemalcimin bana ‘’kınalı kuzu’’lakabını taktığını asla unutmam. o gün anladım ki kına dediğin şey göt’e yakıldığında şık dururmuş.

evet…
yüreğimin döktüğü ter’in karşılığı katiyen bu herif değildir dedim ve platonik aşkı mı o gün terk ettim..

minnet borcu: bu yazıyı yazmamda emeği geçen tüm umre ziyaretinden sonra kına dağıtan kapı komşularına, öğrenci ve imkansız aşklarına, ilçe tarım çalışanlarına,okul taşıtlarına,gramer hatalarına ve herzamanki gibi çay bardağında söndürülen winston blue'ya teşekkürler.

16 Mayıs 2010 Pazar

Ekürimi Kaybettim Hükümsüzdür!!


kimliğiniz mi kayıp?
öğrenci belgenizi kankiniz olacak lavuk şaka ayağına yırttı mı?
çantanız kapkaçıların elinde ve ulaşamıyor musunuz?
ehliyetiniz çamaşır makinasında mı parçalandı?

hayır...daha beteri...

İsyan deyin, sesini duyurmak deyin , toto yırtmak deyin..adına ne derseniz deyin… Ama ben zottiri zell ‘imi bu blog işine giriştiğim ekürimi kaybettim. Bilin..
Bu mu tango ve cash birlikteliği aga demek istiyorum buradan kendisine..egomuzu sıvalayacağımız bu yerde olacak işmiydi bu zamansız orta yerden topuklamak.. senin ödeyemediğin ttnet faturana, veremediğin vizelerine (s)okiyim ….
Beklentilerimi anlatamam… hergün msn aç bak orada mı, hergün bloga bak bir şeyler yazmış mı..nıççç!
Boz eşek gibi orta yerlerde külleniyorum..
kendisine zekasından ötür bil geyts mi el koydu?, karizmasını çekemeyen cim kerimi tuzla buz etti?, angeline juli evlatlık mı aldı ?, josh holivey cool havasını mı çekemedi? hiç bir fikrim yok..tek gerçek var,insan bu kadar özellikli olur mu arkadaş..eşgalini bilsem ropot resmini çizdirip kendi ellerimle türkiyenin tüm meraklı esnafına dağıtıcam , tekel bayilere tembih edicem ''abi kaju almaya gelir bu muhakkak bana bir haber uçurun'' derim ama yok..gören , bilen , duyan varsa bana isbitlesin, aga sen burda yana döne onu ararken o okul çıkışı bilardo oynamak için lütfi dayının kafeye takılıyor desin.

bak takipçimiz 4 olmuş kaldı 96 ve ben 2 sini tanımıyorum!!!!

Dööööğğğnnn tüüüğğğlleeayyyy!!!!! aksi takdirde kendimi aşilimden keserim..