24 Mayıs 2010 Pazartesi

Zamansız Esen Rüzgarın...



Neyi ne zaman isteyeceğini bilmiyor insan? İçinden her zaman sadece çantasını sırtına takıp kimseyi düşünmeden, kimse için üzülmeden sadece kendisi için arkasına bakmadan uzaklaşmak, sadece gitmek istiyor. Ama çoğu zaman kendine takılmış vaziyette buluyor hayatını ve bir şekilde bunları görmezden gelebilmek için memnunluklar yaratıyor, çoğu zaman dalga geçiyor, sikine takmıyor hani. İçinden geldiği gibi yaşıyor sözde kasmıyor. Mesela kendine bile sataşıyor;

Şu sadece kelimesinin ne ekmeğini yiyoruz amına koyim... Sadece hayat, sadece gitmek, sadece sen, sadece ben.. Ne coşkulu, ne derin bir hüzün katıyor önüne geldiği kelimeye resmen sırtına piç melodiler yüklenmiş bitkin sonbahar rüzgarı estiriyor, resmen sinsi gibi insanı yaralıyor. Verdikçe veriyor romantiği, beline beline vuruyor pastel tonların...

Hayata minik kanallar açıyor insan, çok minik kanallar. dışarı hiçbir şey sızdırmayan minik ufak kanallar. gizlemek istediğimizden mütevellit minicik oluyor bunlar çünkü bu hayat bizim, üzerine basmakta, havasını solumakta olduğumuz, aslında ortalık yerlerine sıçtığımız dünya bizim, tek başına kozmoz bizim aslında. ne varsa bizim. tanrı mesela, o sadece bizim hatta benim. Aynı dinden bile olsak seninkiyle ilgilenmiyorum, o tek başına bana tanrılık ediyor... Ölüm keza o da benim, annemin herekesinden sana sarılarak çıkmadım ki ortaklığımız olsun.. Çoğu şeyi aslında ben paylaşırım seninle veya sen benimle çünkü yalnızızdır çünkü birbirimizi dövüyoruzdur. Bundan ileri gelerek severiz, yalnızlıktan daha içeri görürüz bazı insanları onlar hiç bırakmayacak olanlardır, hep yanımızda olacak olanlardır ve bu tutku sevgi halyle çıkar karşımıza, bir yerden sonra yine bizi bize bırakarak tek başına gideceğini, yalnız devam edeceğini hep inkar etmek isteriz bir evlat bir anne bir baba olsak bile. Bu yüzden birbirimizi dövmekten hiç sıkılmayız, tutkumuz aynıdır ama hedeflerimiz değişir. Başka birine aşık oluruz, başka bir şeyler buluruz. Tek başınalık içerisinde hayatın ne kadar bok gibi olduğuna takılmamak için mevcut durumu güzelleştirmeye çalışır ve kimi zaman düzeni bozmayacak kadar sığ şekilde kimi zaman olabildiğince radikal eylemler içerisinde buluruz kendimizi.

Çılgınlık yapmayı okulda öğretmezler, yapmamayı öğretirler ve sancılı bir şekilde gerçekleştirirler bunu, elinizin içinde morluklar oluşur veya yanaklarınız kızarır. Sizi dinleseler de anlamayı beklemezler, dişlerini kırıp anlamaya çalışsalar da uçmanıza izin vermezler, sadece ötmenize izin verirler. Onlar bunun için yaratılmasa da bunun için eğitilmişlerdir, onlar babadan bunu görmüşlerdir ve nesile bunu aktarmaktadırlar. İşleyiş bu haliyle gayet insani ve normaldir, kimse olmadığı gibi biriymişcesine ceza veremez veya sevemez. Sadece ufak kanallar açar hayatına, içinde bulunduğu sistemi mekanizma, durum her neyse ondan kurtulmak ister ve minik, derin kanallar açarlar oralarda yalnızın ötelemek için bok gibi olan hayatlarına anlam kazandırmaya çalışırlar. Atılan her tokatta, indirilen her cetvel darbesinde bu vardır aslında. Tek başınalığına sarılmayan insanı gerçekle alakası olmayan hisler bulur, o hisler hiçbir zaman gerçekten yaşadığını hissettirmez insana. Onu mekanikleştirir, içinden çıkamayacağı kadar çok sıradanlaşırır.

Gerçek hayatın veya yaşama sanatının inceliği yalnızlığı kabul etmekten geçmez, bir şeyleri anlamak hiçbir zaman yeterli olmamıştır bunun için. İnsan her haliyle düzensiz, sağlıksız, yersiz, mantıkdışı bir varlıktır ve her zaman irrasyonel hareket eder. Everest dağı büyüklüğündeki arzularını gerçekleştirmeleri onları gerçekten mutlu yapmaz, mutluluk tamamen oluşla alakadardır ve gerçek olan tek şey oluşun kendisidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder